5 Nisan 2020 Pazar

Hayatımın hatırladığım ilk günü


Babam hisli ve naif bir insandı...

Bunu bir kader gibi boynuma taktığı ismimden biliyorum...

İsmim mi?

Bana sorarsanız eğer, o Ramazan bayramının ilk günü hayatımın hatırladığım ilk günüdür.

Annem çok güzel dikiş dikerdi. O bayram bana mavi üzerine desenini hatırlamadığım, döndüğüm zaman etekleri kocaman açılan bir elbise dikmişti. Hatta fotoğrafım bile vardı. Yanlardan toplanmış saçlarımla babamın dizine yaslanmış gülümserken. Belki de yok öyle bir fotoğraf ama ben öyle bilmek istiyorum...

Hayatımın hatırladığım ilk günü...

Babam naif ve hisli bir insandı...
İsmimden biliyorum... Bana Handegül derken gülmemi istemişti ömrüm boyunca... Olmadı!

Hayatımın hatırladığım ilk günü, üzerimde uçları beyaz fistoyla süslenmiş mavi elbisem.

Koşarken hayatımın en uzun yolunda,

Güneş gökyüzünden ateşler saçıyordu üzerimize.

Tahta kapılı bir evden, bir diğerine...

İçimde bilmediğim bir telaş,
Dönüyordum...

Gülüyordum belki, tam da babamın istediği gibi.

Dönüyordum...

Bir bayram günü neden asfalt dökerdi belediyeler?

Neden hem koşar hem dönerdi mavi elbiseli küçük kızlar?

Hayatımın en uzun yolunun ilk yokuşu göründüğünde, düştüm.

Biliyorum, yetişmeye çalışıyordum.

Babam, hisli ve naif bir insandı. Bense onun kadar telaşlı.

Yıllardır yürümediğim o yolu şimdi yürüsem, koşsam ve yetişsem ve sonra desem ki o küçücük kıza.

Acele etme, tüketmek için adımlarını.

Sevmek için, sevilmek için, koşmak ve düşmek için acele etme.


Bana bir gülün gülümsediği ilk anı yakıştırmasından biliyorum ki babam hisli ve naif bir insandı.

İçimde bitmeyen bir savaş, erken açan o gülü hep soldurdu. Hayatımın hatırladığım ilk günü olduğu gibi koştum.

Belediye hep bir bayram günü gibi asfalt dökmeye devam etti yollarıma.

Hayatımın en uzun yolu kısaldı. Ben yıllardır yürümedim o yoldan.

İki tahta kapı yıkıldı, yerine beton mezarlar dikildi.

Annem etekleri döndükçe açılan mavi bir elbise dikmedi bir daha bana.

Sadece ismim kaldı, bir de tükenmek bilmeyen ama ömrümü tüketen telaşım...

Biliyorum, babam hisli ve naif bir insandı.

Bense babam kadar telaşlı, dünyadan gitmek için...




7 Ağustos 2019 Çarşamba

Sol Ayağım

Salı sabah 07:00.

Sol ayağımdaki ağrı tüm vücuduma yayılmıştı ve minibüste ayaktayım.

Ayaklarım beni taşıyor ama ben ne taşıyordum bilmiyorum.

Minibüs kalabalık sayılmazdı, sarıya boyanmış metali iki elimle kavradım ayakta durabilmek için.

Alçak camlı minibüsleri ayaktayken dışarıyı izleyemediğim için sevmiyordum. "Boyum kısa olsaydı" dedim içimden. Boyum herkesin beni fark edeceği kadar uzundu, üzgündüm.

Her sabah müzik dinlerdim işe giderken, her sabah başka hissederdim aynı şarkılarda. Salı sabahı üzgündüm. Zeynep hastaydı, arkamdan ağlamıştı, ben gidiyordum, içime ağlıyordum.

Ne zamandır gerçekten ağlamamıştım, sadece kendi kendime. Bu beni daha güçlü yapmıyordu, geç anlamıştım. Sarıya boyanmış demir, camdan ellerimin aksi, akan yol, duymuyordum kendimden başka ses. Sesim kulağımdaki şarkıyı söylüyordu, şarkı ne söylüyordu bilmiyordum.

Ayaklarım benden başka onlarca şey taşıyordu artık. Büyüdükçe artan dertlerimi, edemediğim küfürleri, atamadığım yumrukları, söyleyemediğim sevgimi, kurduğum ve kuruttuğum hayallerimi... İşte her sabah uyandığımda, yataktan doğrulup, bir dakika daha fazla karşı duvara öylece bakarak soluklanmam bundandı. Her gün taşıyacağım yeni bir yük ekliyordum kendime...

Az ilerde bir koltuk boşaldı, oturdum, başımı benden önce bilmem kaç kişinin yaslandığı kirli cama yasladım. Yaşlandım. Bitmek bilmez sandığım her şeyi insanların tükettiğini anladım. Önce cama, sonra yola aktı düşüncelerim. Bitmek bilmez sandığım yol, bitmek bilmez sandığım her şey bitti.

Binlerce fotoğraf çekmiştim, yüzlerce küçük film. Her birinde bir sırdan bahsediyordum. Kimi zaman bu sırrı saklıyor, kimi zaman aşikar ediyordum. Oysa biliyordum, kimse taşımazdı beni ayaklarımdan başka. Oysa bilmeliydim, başkalarına açtığım alan genişledikçe, kendime küçük bir mezar bırakmıştım dünyada.

Bu kadar açmamalıydım kucağımı, bu kadar çok sevmemeliydim kimseyi kendimden başka...

Salı sabah saat 08:00.

Simitçinin tezgahında kaç simit kaldığını sayıyordum,bitmez sandığım ömrüm gibi, simitçinin bitmez sandığı simitler bitiyordu...

Temmuz 2019




22 Eylül 2017 Cuma

Bağımlılıklarım



" Balkondan içeri girdiğimde avucumun su topladığını fark ettim. 

Yaralar kıymetli idi... "

Zararlı sonuçlarını gözetmeksizin, kontrolsüz bir şekilde ısrarla yapılan işler, bağımlılık...

Bundan seneler evvel, yani ben daha çok gençken, kendimden bile çok severken etrafımdaki insanları, zararlı sonuçları gözetmezdim. 

Bağımlıydım insanlara. 

Anlamsız bir fedakarlık hissiydi bu, tarif edemiyorum neden bu kadar fedakardım.

Çünkü bağımlılıklara, açıktım. 

Düştüğümde kendim doğrulamam,

Biri olmadan yürüyemem,

Yaralarımı kendim saramam,  

Ben gördüğüm yoldan uzağa gidemem, 

Ben o salıncakta yalnız sallanamam, 

Düşlerimdeki yolcuğa çıkamam, 

Yorulamam, gülemem, başaramam...

Sandım. 

Ben insanlara bağımlıydım!

Telaşla bir yere yetişmeye çalıştığım o yolda, bile. Kendi kendime bile ağlayamadım. 

Bir gömlek bu üzerimdeki. 

Beni boğan, sıkan, sevmediğim, benimle yaşayan, üzerime yapışmış ve benimle yaşlanan. 

O tek düğmeye gidiyor elim, çıkarsam nefes alacağım. Yapmayı bildiğim halde, yapamıyorum. 

Olmazsa yaşanmaz sandığım herşey bağımlılıklarımdı. 

Oysa olmazsa olmazlarım gittiğinde, ölmedim. 

Evet, bazen nefessiz kaldım. Biraz sakatlandım belki de ama yaşadım. 

Bağımlılıklarım bensiz yaşayabiliyorlardı oysa. Bence farkımda bile değillerdi.  

Deniyorum. Biriktiğrdiğim fotoğraflardan, şarkılardan, kitaplardan, insanlardan kaçarak belki. 

Kalbime zarar verecek biliyorum.

Ellerim yaralandığında, yalnız benim olsun istediklerim yokken yanımda. O yarayı sevip, onu hep kanatabilirim. Çünkü onlar benden mamul yaralarım ve onlarla barışmalıyım.

Kış geldiğinde, üşümeliyim tek başıma. Zayıf yanlarımla kardeş, bir yaş daha sonra bir yaş daha yaşlanırım.

Sonra belki bir sigara yakar, kolamı yudumlar ve vay be derim...

"Bütün bunları bir deliye anlattım. 
Ya öyle mi dedi.
Biz böyle mi akitleşmiştik."**






**Alişan Satılmış

6 Haziran 2017 Salı

Yolculuk


Hayat bu ya, büyük bir uçağa biniyoruz yüzlerce insanla birlikte. Aynı yere farklı sebeplerden dolayı gidiyoruz. Önümüzde bilmediğimiz ve deli gibi merak ettiğimiz bir yol var. Yol uzun, yol uzak, yolun sonunda yanında ne götürüyorsan oraya çıkar derler. Ben içimde endişe, korku ve yine çocukluğumu götürüyorum.


Yaşımı soranlara 36 diyorum ama resmî bir kurum yazışmasında yaşımı 35 görünce seviniyorum çünkü yaşlandığımda en çok spor ayakkabılarımı giyememekten ve fotoğraf çekememekten korkuyorum. Bir de o kadar yaşayamamak endişesi.
Yol alırken, yola giderken geride bıraktıklarına dair korkuları oluyor insanın. Hayatın bir ritmi olduğunu kabullenemiyor. Hayat onun varlığı ile anlamlı sanıyor ama yanılıyor. Benim gibi. Hayallerimi doldurduğum listeye baktığımda hepsinin başında keşkeler durduğunu görüyorum. Keşkelerim, ayrılmaz parçalarım benim.

Kararlarıma,
Dertlerime,
Anneliğime,
Mutluluğuma,
Öyle çoklar ki …

Bir keşkeler imparatorluğunun kraliçesiyim sanki. Onlardan bir ordu kurmuşum, önceleri her şey yolunda giderken bir isyan sonucu onların esiri olmuşum.

Öyle çok şeyin esiriyim ki aslında, bunu yeni yeni kabulleniyorum.
Biriktirdiklerim,

Bir akşam otururken, yıllar evvel henüz keşkeler isyan etmemişken. “Bir ev istemişim”. Milyonlarca farklı resmi varmış kafamda. Ben o belirsiz hayal için,  mutluluklarımı saklamayı tercih etmişim. En sevdiğim havlularımı, gördükçe yüzümü gülümseten eşyalarımı, belki en yüzüme bakılacak en güzel yaşımda bakmadığım aynamı…

Yıllar geçince bir akşam yine hala o hayale ulaşamadığımı fark ettiğimde, bir gün ölürsem bir başkası benim hayalime kavuşsa bile benim mutlu olabileceğim kadar mutlu olmayacak dedim kendime. Benim kıymet verip büyüttüğüm o hayal kimse için bir değer taşımayacaktı. Anladım ve ağladım bunu anlatırken kendime. Zorlandım, kendimle büyük bir kavga yaşadım. Çünkü son zamanlarda hep olmak istediğim yer, o bahçe. Kavuşulması imkânsız bir şekilde uzaklaşıyordu ellerimden. Sessizlik, sadece biraz sessizlikti istediğim. Kendimle barışabilecek kadar, küçük Handegül’ün gülümsemesine dokunabilecek kadar sessizlik. Bir bayram sabahı dayımların evine koştuğum yoldaki kadar sessizlik.

Uzun ve uzak bir yola gittim geçtiğimiz günlerde. Büyük bir uçağa bindim yüzlerce insanla. Masallarda isimlerini okuduğum şehirlerin üzerinden geçtik. İsfahan mesela. Bir yaz akşamı okuduğum bir kitapta yazıyordu ismi. Uzaklaştıkça kalbimden Zeyneb’in kalbine bağladığım ilmek çözülüyordu, çözülüyordum. Yüzleri toprağa bakan insanları görmeye gidiyordum. Topraksızlığın, geride bıraktıklarının hüznü ile gözlerimize bakmayan, gülmeyen, istemeyi bir kenara bırakmış insanlar…

Denizlerin üzerinden geçiyorduk, okyanusa kıyısı olan bir ülkeye gidiyorduk. Ertesi sabah uyandığımda karşımda sisler yavaşça dağıldı ve okyanusu gördüm. Hayal meyal ve sessiz. Kimse yoktu benden başka onu gören sanki.

Yaşımı soranlara şimdi ne derim bilmiyorum.

Yol uzun, yol uzak, yolun sonunda yanında ne götürüyorsan oraya çıkar derler, cebimde neyim var bilmiyorum.
Götürdüklerim değil, yoluma çıkanları kabullenmeyi diliyorum.


21 Haziran 2016 Salı

Yazamıyorum

Yazamıyorum.
Cümlelerim bana zincirlendi duyuramıyorum sesimi...
Uzun zaman sonra dönüp yeniden aynı şeyleri söylemeye utanıyorum belki de.
Bir tekerrürden ibaretim.
Korkuyorum...

12 Mayıs 2015 Salı

O kadar!

Her şey sahte demiştim geçenlerde.
Sahte geldiği için yazdım bunu, gerçekten öyle düşündüğüm için.

Evlerimizin hep en temiz ve düzenli yerlerini göstermek istediğimiz için, yerde birikmiş tozları misafir geldiğinde halının altına itelediğimiz için, sanki mükemmel anneymişiz gibi o hep ağzı kulaklarında sırıtışla çocuğumuza dünya kadar büyük öpücük kondururken fotoğrafları paylaştığımız için,  en uyumlu ve en markalı kombinimizi (aman aman yanlışlıkla) paylaştığımız için...

Buna inandığım gün mü?
Ağlamaklı cümleler kurmaya bile korkmaya başladığım gündür  o, şöyle telefon defterimi yoklayıp haykıra haykıra ağlayacak birini arayıp bulamadığım gündür o, ekmeksiz kaldığım ama kimseden yardım isteyemediğim gündür o, inandığım gün. Aslında daha eskilerde,  Zeynebi kucağıma yalnız aldığım gündür o gün. İyi dostlar hep uzaktaydı  ve biz hep yalnızdık...

Sayıyorum parmaklarımla, sonra geri çıkarıyorum listeden yok olamaz eskidikçe tatlanması gereken bir şey bu, ahretlik demişler insanlar birbirine, öyle çok, öyle içten, öyle hesapsız... ölene kadar dost olmak nasıl uzak, değil mi uzakta kaldı gerçek dostluklar.

Belki birini karşıma alsam, diyemem ona böyle afilli laflar. Maskeni görüyorum sana güvenemiyorum diyemem.  Elimle yolunu kesip bana sarılmasını engelleyemem. Korkuyorum öyle çok ve özlüyorum iyi dostları.

Hiç olmadı mı diye sorsam kendime ? Olmaz olur mu, çalıştığım tatil köyünün lojmanında ranzanın üst katında birlikte yattığımız, o üşümesin diye elektrikli sobamızdan vazgeçtiğimiz, babam öldüğünde koşarak gelen, ben ölürsem Zeynep ne olur dediğimde ben bakarım diyebilenler oldu. Sabahlara kadar nikah şekerini yaparken, kimselere anlatamadıklarımı anlattıklarım oldu. Onlar hep uzakta kaldı ama kalpleri yanı başımızdaydı...

Fazlasını beklemek de saçma.

Ahir zaman konusuna yoruyorum,  herkesin bir meşguliyeti, telaşı, sıkıntısı var. Akrabalık, dostluk, arkadaşlık plan listemizin aşağılarında yer alıyor.
Neden bu kadar uzattığımı bilmiyorum, bazen çok kırgın ve kızgınım. Bazen hak veriyorum ve mutluyum.

Sadece, yazmanın verdiği geçici rahatlığı seviyorum. O kadar!

Esselam.


10 Nisan 2015 Cuma

Bu sabah


Bu sabah
Evet
Nisan ayının tam ortasında
Bir bahar sabahı kar yağıyorken
Yeni doğmuş tomurcukların üstüne
Ve biz sadece şemsiyelerimizi hazırlamışken 
Uyandığımızda
Gökyüzünden süzülen dünyaya yayılan kar tanelerini görüp 
Şaşkınlıkla 
Çekmecelerimizde atkı ve bere de aramaya başladık. 

Sonra
Uyandı evdeki yavru kuşlar
Gözlerini ovuşturup 
Biraz daha uyumak istiyorum dercesine 
Biraz da ağlamaklı bakışlarla 
İçimiz buruk 
Sarmaladık şefkatimizle
Çünkü az sonra
Onları yuvadan dışarı atacaktık
Üşümesin diye kalınca giydirip
Acıkmasın diye ellerimizle besleyip
Korkmasın diye kulaklarına dualar fısıldayıp 
Özlemesin diye kokumuzu ceplerine saklayıp 
Yuvadan atmak zorundaydık
Yuvadan attıktan sonra yavru kuşları
İçimizden kocaman kanatlar 
Öylesine büyüyecekti ki
Dünyadaki tüm dertleri bize doğru çekebilecekti
Her kederi görebilmeliydik
Birinin içi yansa 
Kokusu bize gelmeliydi
Kanatlar bir tek onlara uzak
Oysa bir yavru kuşun annesi bilirdi
İçine batan dikenin nasıl bir cehennem azabı oluşunu
Karşı gelemediği 
Anlaşılamaz bir azap
Gülmenin aynı zamanda
Ağlamak da olduğunu 
Bir yavru kuşun annesi bilirdi...

Bu yazdıklarım, sadece içlenmeydi...

18 Mart 2015 Çarşamba

Kızıyorsam Sebebi Var.

Nedense hep yürürken, büyük yolların kenarından, köprülerin altından, hızla giden araçların yanından yürürken kızıyorum kendime.

Kendime kızmayı seviyorum yürürken.  Her adımımda kendimi suçlamayı seviyorum.
Yürüdüğüm yolla ilgili de olabilir, o an aklıma gelen hatalarım için de kızıyor olabilirim kendime.
Şimdi sizce bu bir terapi şekli midir?  Yani benim gibi kızarak, küfrederek yürümek.

Hocam, tahammül alanımın sınırlı olduğunu söylüyor. Doğru.

Dün kendime en çok üşüdüğüm için kızdım. Üşüdüğüme değil sadece, montumu yanıma almadığıma, sonra havanın soğumasına, akşam olmasına,  evden uzakta olmama, kızıma geç kalmama, arabaların ışıklarına, şehrin karanlığına, her şeye kızdım.

Eve gittiğimde tüm kızgınlıklarımı arkama kuyruk yaparak getirmiştim, çok uzundu. Onları taşımak bu sefer pişmanlığa çevirdi, pişmanlık yeniden kızgınlığa ve sonra suskunluğa.

Zeynep için pişmanlık hepsinin toplamı. Daha mutlu bir anne olmadığım için, daha güleç (ismimle müsemma olamadığım için de kızgınım bu arada)  daha tahammül sahibi, daha çok zamanlı,  bol fikirli, ideal anne...

İdeallerime gelmişken konu, çok beklentim var hayattan. Öyle görünüyor. Beklentisini az tutup hayal kırıklığı yaşamayanlara selam olsun.

Mükemmeliyetçilik diyor bazıları bendeki bu hale, çok fena yanılıyorlar. Mükemmel olmayı beklemiyorum.  Bu aptallık olur, şartlarımı düşünecek olursam.

En çok iyi olmak istiyorum, kendi halimde. Evle iş arasına trafik girmesin,  geç kalmayım. Gece ile sabah arasına endişe girmesin, uykumda dinginlik olsun, sabah kalktığımda üzerimden tır geçmiş gibi olmayım. Hayallerime aramda saçma sapan insanlar olmasın, onlara dokunabileyim.

Ama en çok Zeynep'le aramda hüzün olmasın, her anne dediğinde güleyim, gülerek cevap vereyim.
El ele tutuşup güneşli havalarda kahkahalar atarak yürüyebileyim. İşe gidip onu yalnız bıraktığım için üzülmeyim. Ben onun mutlu annesi olayım...

Kitaplarımı okuyabileyim, onları sağa sola değil de,  güzel kitaplıklara dizeyim.
Kırmızı puanlı örtümü çimlere serip Zeynep'in etrafımda koşuşunu izleyebileyim.

Kimine göre çok, kimine göre saçmadır isteklerim. Bana göre güzel...

Akşam yine yürüyeceğim, akşam yine kızacağım kendime. Neden o ayakkabıyı seçtim diye, evde çok fazla ıvır zıvır birikti diye, seçimlerime, arkamda bıraktıklarıma, kurmaya korktuğum cümlelere, Zeynep'e sarılmadığım anlara, fazladan yediğim lokmalara, amin demediğim dualara...

Kızıyorsam sebebi var. Sonrasında gelen hüznü yüzüme yakıştırıyorum belki de...






Görseller Pinterest...




24 Şubat 2015 Salı

Aynı Yağmurda Islanmak

Yağmur yağıyor. 
Sokakta yürüyoruz, benzediğimizi düşündüğüm insanlarla yürümek bana mutluluk verir.
Sohbet ediyoruz.
Heyecanlı bir insan olmamdan sebep, gülüyorum sürekli, hayallerimi, umutlarımı anlatıyorum.  
Sessizce dinliyor. 
Heyecanımı anlamıyor, geçmişte yaşadıklarımı, hayal kırıklıklarımı anlamıyor.  
Birkaç gün böyle sürüyor. 
Ben anlatıyorum, o dinliyor. Ben boşluğa konuştuğum hissine kapılıyorum sonra. 
Yavaş yavaş aksıyor adımlar, geride kalıyor, vitrine bakıyor, telefonla konuşuyor.
Yanyana yürüdüğüm insanlar diyorum kendime. 
Acaba kaçı gerçekten dinliyordu beni ya da kaç kişi yol arkadaşını anlıyor, hayatının bir yerine koymak istiyordu. 
Ya yıllarca konuşsaydım, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi.  Benim için endişelendiğini, benim derdimi dert ettiğini sanıyor olsa idim yine.
Açtım kara sayfalarını defterimin. İsimleri çizmeye başladım tek tek.  
Ben ellerimi tuttuğunu sandığım, kardeş aradığımda "o benim" diye seslenenleri çizdim. 
Nazan Bekiroğlu bir kitabında "Sevmek sessizliktedir, bağırarak sevilmez, görünerek de sevilmez" demişti. Yeniden hak verdim ona. 
Bana kardeş olanlar, beni anlamadığını anlamayacağını itiraf ederek dinleyenlerdendi. Beni yargılamadan, benim göz yaşımı silen değil, yanlarında rahatça ağladıklarım. 

Aynı yağmurun ıslananları olmayı bile kabullenemeyen insanlar sardıkça etrafımızı, samimiyete olan inancımı kaybediyorum. Oysa herkes aynı ıslanır yağmurda. Sadece biri mutludur ıslanmaktan, diğerine zul gelir...




Görsel: Pinterest

6 Ocak 2015 Salı

Orman

Karlı bir orman gibi, kayıpmışım gibi, ölesiye sessizlik gibi...

Saatler bu zamanı vurunca, amaçsızca boşluğu izlemeye başlıyorum. Bir kitap alıyorum ve anlamadan okuyorum cümleleri. Henüz sayfanın ortalarında başka bir aleme dalmış oluyorum.  Hep tekrarlayan bir döngü halini aldı bu hal birkaç yıldır.



Geçmişe gidiyorum en çok, çocukluğum, ilk gençliğim.

Mevsim hep kış, içimde hep bir özlem.
Gözümde uzayıp giden, bir okul yolu. Bomboş arazi, içim boşluk ve aldandığım, güzel olacak sandığım her şey boşluk.

Sınav dönemlerinin sonlarında koridorlar boşluk ve çoğu kez sadece ben varım, ilk kez dinlediğim o türkü, "Evvelim sen oldun, ahirim sendin." Ne çok ağlamıştım. Gerçi, çikolata reklamlarında bile ağlayabilen bir ben düşündüğünüzde, çok ağlamış sayılmazdım. Çünkü ben her an ağlayabilen gözlere sahiptim.

Ne çok yazmıştım. Kağıtlara, yerlere, kaldırımlara, ağaçlara, dağlara, taşlara... tamam ileri gittim, kağıtlar ve okul koridorları sadece.



Ve ne çok saklamıştım atılası her ayrıntıyı. Evet yaktığım doğrudur, ateşe verdiğim, küle çevirdiğim ama yine de saklamaktan hiç vazgeçmediğim. Unutayım diye yerini, türlü akıl oyunları çevirdiğim bir mezar. İnsan gömdüklerini kolay unutur mu?  Olmadı!

Ben yapamadım. Yalnızlığımı hiç unutmadım.

Gizlice okuduğum mektupları kıskandım. Sahibi kadife kahvesi gözlerdi. Ben de ortak olmuştum. O zamandan sonra, boşuna olduğunu bile bile bekledim.

Öyle çok bekledim ki, yıllar geçirdim.

Farz edin ki bir orman içinde kaybolduğum, dizlerime kadar battığım kar içinde olduğum. Hep bir ikindi sevdasındayım, bir ikindi vakti kendimi yitirdiğim.

Hayır, sensizlik olamaz. Hep sessizlikti benim bildiğim. Sadece sessizlik bu işittiğim.

Ben bu sessizlikte, ben bu sensizlikte, bu karda , bu ormanda, ben bu vakitte ölecek miydim?

Yaktıklarımdan mamul bir üşümeydi hissettiğim...








15 Aralık 2014 Pazartesi

Güçlü kadınlar

Uzun zamandır tekrarladığım cümleler var ama yazmadığım, elimin uzanmadığı, gücümün yetmediği...

Güçlü kadınlar diye geçiriyorum içimden sık sık.

Güçlü kadınları seviyorum.
Güçlü kadınlara imreniyorum.
Yok yok,  tam cümle şu:  Güçlü kadınları kıskanıyorum...

Hayata dimdik bakan, kuralları olan, kurallarını kendi belirleyen, başardıkları birşeyler olan,  elinde bir meslekleri,  bir sanatları, söz sahibi oldukları bir alanları olan, yere sağlam basan,  girdikleri işi başarı ile tamamlayan hatta kıyafetlerinin ütüsü, saçları bozulmayan kadınları, evleri düzenli ve temiz kadınları kıskanıyorum.


Suçlayacak kişi listem hazır her zaman ama en çok kendimi suçlamam lazım bu konuda. Af!

Şimdi yeni adımlar atacak, yeni kararlar verecek gücü kendimde bulamıyorum.  Başkaları için yaşamış olmanın kangren haline getirdiği bir durgunluk hali bu  sanki .

Uyurken ve uyanırken sürekli yaptığım,  hayıflanmak. Artık ölümü yaklaşmış ve bir umudu kalmamış insanlar gibi geçmişe yanmak.

Geç kalmış değilim ama cesaretimi terk ettiğim o yer nasıl uzak geliyor gözüme.  Hata yapmanın normal olmadığına inandırıldığım gün, denemekten vazgeçmişim aslında.

Şimdi kitaplarımdan, fotoğraflarımdan, yazmaktan ve gülümsemekten sırf başkaları için vazgeçtiğim ana yazık ediyorum.

Başarısızlıklarımı izlerken, kalbime batan o ince iğne gittikçe derine iniyor.

Birinin bana hiç bir yaşam koçunun, psikolog, psikiyatr, eğitimcinin söyleyemediği, inandıramadığı bir cümle kurması lazım.

Birin bir cümle kurması lazım...

İçinde umudumun adının geçtiği bir cümle...

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Uykusuzluğumun Şerhi

İftara kavuşup da sahura kadar olan dar zamanı beklerken uyumayı geçirmiyorum aklımdan. Gerçi uyuyamıyorum da.  İpleri vermişim hayallerin eline, kah bir dükkan peşinde kah bir bahçe içinde gezinip duruyorum. Bir de ben geceleri davul sesinden çok korkuyorum...



Bu aralar düşünmekten uyuyamadığım gibi, aklımdakileri toparlayıp yazamıyorum da.  Biraz müzik kendime getiriyor beni. En çok ney sesi. Yakarak ciğerlerimi çıkarıyor kelimeleri. 



Bir günbatımı geliyor gözlerimin önüne.  Yine o salıncak gıcırtısı,  başım sağ elime yaslanmış, dalmışım. Arada ayaklarımdan destek alıp, durmasını engelliyorum salıncağın. Sonbahar olmalı ki hem üşüyor hem yanıyorum, yanıyoruz kalbimle.

Durmasını istemiyorum salıncağımın,  bir bebeğin uyurken huzur bulduğu gibi huzur buluyorum bu halimden. Durmasın, uyutsun beni. Uyutsun ki unutayım kimsesizliğimi. Bir rüyanın içinde daha mutlu bir rüya göreyim, uyansam birinden diğerinde yaşayım. Sarıp sarmalıyor beni bu ıhlamur kokusu . Yanılmışım ,ıhlamurlar ilkbaharda çiçek açar, bir ilkbahar ikindisine veda ediyorum salıncakta.

Kağıt sesini seviyorum, en çok da içinde bana dair cümleler olan kağıtları.  Mektupları, kendime yazıldığını düşünerek aldandıklarımı. Aldanmayı seviyormuşum meğer. Başkasına yazılan mektupları okumayı da. Utanç verici değil mi? Hayır, utanmıyorum. Buna muhtaçmışım ki kağıtlar kesiyor ellerimi hissetmiyorum. Düşteyim, seviliyorum, gülümsüyorum.

Kitaplardan en çok masallar okuyorum. Resimli masallar bunlar, aydınlık ve naif resimlerle okşuyor insanın içini. Perdelerim açılıyor ,  kuşlar cıvıldıyor, ıhlamur hala kokuyor efil efil , eteklerim çimlere sürünüyor. Ben bu masaldaki mutlu küçük çocuk olmayı seviyorum. Susuyorum, su sesini takip edip berrak denize varıyorum. Susuyorum ki deniz konuşsun. Ayaklarımda serinlik, kulaklarımda serinlik, kalbimde serinlik. Ferahlıyorum. 

Ben bir gün beni bekleyen salıncağımda uyuyakalmak istiyorum. Çünkü gece öyle sıkıyor ki ruhumu,  uykularım kaçıyor avuçlarımdan. Hoş, davul sesinden de korkuyorum.

Bu sefer gerçekten bana gelen , sonunda iyi uykular yazan mektuplar istiyorum...

Haydi uyanın rüyalarım, bekliyorum.










8 Haziran 2014 Pazar

Aynalı Kemer / Barış Manço

Barış Manço'ya hep hayran olmuşumdur. Efendi ve bilge kişiliği buna sebepti en çok.

Çocukken 7den 77ye programına katılmayı çok istemişimdir. Rahmetli olduğunda üzüldüğüm nadir sanatçılardandır.

Özellikle eski şarkılarındaki o yalınlık anlatılmaz bir şekilde rahatlatıyor beni.

İşte bu günlerde içimi yakan o şarkı..

Bu vesile ile Youtube'un açılışını kutlayalım :P

7 Haziran 2014 Cumartesi

Alaçatı 2014

2 sene önce gittiğimizden beri, aklımın bir köşesinde tatlı tatlı kendini hatırlatan bir anıydı Çeşme (daha doğrusu Alaçatı)

Bir sene ara verdikten sonra , tabi bu arada anlata anlata bitiremedim Alaçatı'yı, bu sene yeniden gitmeye karar verdik.

Önceki gidişimize nazaran daha kolay oldu gitmek. Çünkü Zeynep artık uzun süre oturabiliyor yolda. Havalar bizi korkutsa da, başka zamanımız olmadığı için , gözümüzü karartmıştık.

Otel Ilıca'da deniz kenarında,  ferah bir oteldi . Temizliğinden çok memnun kalmasam da, sorun da etmedim.

2.günden itibaren , çok rüzgarlı idi. Denizde çok dalga oldu , biz de gezmelere vurduk kendimizi.

İzmir'i gezmeden olmazdı. Güzel İzmir'de hoş bir gün geçirdik. 

Tabii ki , Alaçatı'ya geldi sıra. Buradan sonrası , yüksek dozda hayal içeriyor. Hayalimdeki dükkanın , görselleri sanki Alaçatı'da yaşıyor.

Gerçi Hindistan'daki inekler gibi, Alaçatı'da köpekler de keyiflerince takılarak insanı huzursuz etseler ve Zeynep de sürekli onlara yapışsa da güzeldi vesselam.